Forum içi yönetici alımları için buraya tıklayarak başvuruda bulunun!

Bağlı değilsiniz. Bağlanın ya da kayıt olun

Medeniyetlerin Kuruluşunda Hicret

Aşağa gitmek  Mesaj [1 sayfadaki 1 sayfası]

1Medeniyetlerin Kuruluşunda Hicret Empty Medeniyetlerin Kuruluşunda Hicret Paz Şub. 08, 2009 1:15 pm

Misafir


Misafir

Fizik ötesinin nakşının, mekâna, zamana
ve insana işlenmesi sonucunda medeniyet ortaya çıkar. Bir bakıma
insanların fizik ötesine ait mânâ ve idealleri hayatlarına ve fizikî
çevreleri üzerindeki tasarruflarına yansıtmalarıdır medeniyet.
Medeniyetlerin kuruluşu ile peygamberlerin (aleyhimüsselâm) gönderilişi
arasında yakın bir alâka vardır. Zira fizik ötesi ile yeryüzü
arasındaki münasebeti temin edenler ve bize hakikati bildirenler
peygamberlerdir. Nitekim çürümüş medeniyetlerin yıkılış anlarında
peygamberlerin getirdiği muştularla geçmişte yepyeni medeniyetler
kurulmuştur.
Medeniyet, bir mefkûrenin tezahürüdür. İnsanoğlunun, inancı, ahlâk
telâkkisi ve dünya görüşü çerçevesinde ortaya koyduğu maddî ve mânevî
eserlerin ve kurumların bütünü medeniyeti meydana getirir. Medeniyet üç
ana eksen üzerinde yükselir. Birinci eksen bilgi ve düşünce, ikincisi
duygu ve amel, üçüncüsü ise bu ikisine dayanılarak üretilen dünya
görüşü ve değerlerdir.
Medeniyetin özü, iman ve mistik coşkudur. Her medeniyet yeni bir aşk
ve iman hamlesiyle ortaya çıkmış, gelişmiş ve olgunlaşmıştır.
İnsanların bir inanç, ahlâk ve düşünce etrafında toplanmasını temin
eden, onları harekete geçiren ve her daim fizik ötesi ile irtibatını
sağlayan bu iman ve aşktır. Medeniyetler, tarih içindeki yürüyüşünü
fizik ötesi ile bağının gücü ölçüsünde sürdürürler.
İman ve aşkın davranışlara aksetmesi ile birlikte medeniyet anlayışı
kuvvetlenir ve hayatiyetini devam ettirir. Canlılığını yitiren, yeni
değerler üretemeyen, aksiyon iştiyakını kaybetmiş medeniyetler zamanla
durgunlaşır. Durgunlaşmış medeniyetler ise ölüme mahkûmdur. Bu
medeniyetlerin, başka medeniyetlerin istilâsından kurtulup geleceğe
yürümeleri ve kendi kimliklerini korumaları mümkün değildir.
Medeniyet, başlangıç değil bir sonuçtur. Vahiyle bildirilen
hakikatler, tarih içinde yol boyunca bir medeniyet inşa ederler. Nil
nehrinin akış güzergahında akışa göre biçimlenip gelişen medeniyetler
gibi vahiy ırmağının çağıldadığı mekanlarda ve tarihte de vahiy
medeniyeti zuhur eder.
Hak dostları medeniyet kurma gayesiyle yola çıkmamışlardır; onların
yürüdüğü yollarda bıraktıkları izlerdir medeniyet. Onların bildirdiği
hakikatlerden beslenen insanların eşya ve hâdiselere vurdukları
nakıştır medeniyet.
Hicret
Medeniyeti kuran iman ve aşkı toplumlara ilk aşılayanlar
peygamberler, farklı beldelere ve zaman dilimlerine taşıyanlar ise
onların izinden giden muhacirlerdir. Muhacir, ulvî bir niyetle
beldesini terk edip iman, ahlâk ve aksiyonunu farklı beldelere taşıyan
kişidir. Hicret, Arap dilinde çölü terk edip şehre yerleşen bedevilerin
göçünü ifade eder. Ancak Allah Resûlü (s.a.s.) ile birlikte O'nun
mübarek beldesi Medine'ye göçüp yerleşen insanlara Muhacir denilmiş;
hicret de ulvî maksatlarla yapılan mukaddes göçlerin adı olmuştur.
Medine, hicret ile büyümüş medeniyetin merkezi olmuştur. Medeniyet
kelimesi ile aynı kökten gelen Medîne, mülkiyet ile münasebetinin
yanında ikamet etme mânâsı da taşır. Allah Resûlü'nün (s.a.s.)
hicretiyle, adı Yesrib olan belde, inananların ikamet ettiği bereketli
şehir, kutsal şehir anlamı kazanarak Medîne adıyla anılır olmuştur.
Medînetu'n-Nebî'ye nispet edilen kişilere medenî denilmesi de modern
bir kavram olan medeniyet ile Medîne arasındaki münasebete tarihten
gönderilmiş bir işaret gibidir.
Medine hicret ile kurulmuş; orada kurulan medeniyet başka Medineler
kurmak için hicret ile uzak diyarlara taşınmıştır. İslâm dünyasının
değişik beldelerinde Medine adını taşıyan onlarca şehir kurulmuştur.
Bunlardan birisi de Medinetu's-Selâm (Barış Şehri) diye anılan Bağdat;
bir diğeri de Bağdat yakınlarındaki Medâin'dir (şehirler).
Her büyük dava hicret ile başarıya ulaşmıştır. Bu sebeple "Hicret
etmedik büyük bir dava adamı, büyük bir mefkûre adamı, büyük bir vazife
ve ideal adamı yok gibidir." denilmiştir. Allah Resûlü de "yepyeni bir
tarih ve medeniyet projesiyle iç içe derinlikleri olan evrensel bir
dine insanları ulaştıracak köprüler kurmak için" hicret etmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), nebilerin, velilerin ortak kaderi olan
mukaddes göç zamanı gelince şehirlerin anası Mekke-i Mükerreme'den
ayrılmış ve İslâm medeniyetinin ana yurdu Medine'ye yürümüştür. "Zulme
mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada
güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu
bir bilselerdi! O Muhacirler hak yolda sabreder ve yalnız Rab'lerine
dayanıp güvenirler."
(Nahl sûresi, 16/41-42) âyetinde bildirildiği
gibi Allah için hicret edenleri O, medeniyetlerini inşa edecekleri
"güzel bir yere" yerleştirmiştir. Hicret ile nimet arasındaki alâkayı
Cenab-ı Hak, bir başka âyet-i kerimede; "Allah yolunda hicret
edenleri, sonra da Allah için öldürülenleri veya ölenleri ise Allah pek
güzel bir tarzda nimetlerine mazhar edecektir. Elbette en hayırlı nimet
veren Allah'tır."
(Hac sûresi, 22/58) şeklinde haber vermiştir.
Hicret edip gittikleri beldelerde vefat edenler ve şehit olanlar,
âhiret yurdunda cennet nimetini kazanmış, bu dünyada bıraktıkları
izlerle de yeni bir medeniyet inşâ etmişlerdir. Cenab-ı Hak, bir âyet-i
kerîmede Muhacirlerin durumunu; "İman edip hicret edenler,
mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar
Allah indinde daha yüksek derecelere sahiptirler ve işte onlardır
umduklarına nâil olanlar!"
(Tevbe sûresi, 9/20) şeklinde beyan
eder. Bir hakikatin değişik rükün ve yönlerinden ibâret olan; iman, göç
ve cihad üçlüsünün, bu âyette olduğu gibi Kutlu Beyan'da ekseriya peşi
peşine zikredilmesi, hicretin ne denli ehemmiyet arz ettiğinin en
parlak delilidir.
Her göç, hicret değildir
Medeniyetlerin inşâsında nefisle mücâhede ve hicret iki önemli esas
ve merhaledir. Nefsiyle yaptığı mücâhede ile insan kendini yeniden inşâ
yolunda mesafe alırken hicret ile de medeniyetin inşâsı yoluna adım
atmış olmaktadır. Ancak iç dünyasını imar edebilenler, dış dünyayı da
hakkıyla imar etmişlerdir. Kendini aşabilenler başkalarına rehberlik
edebilmişlerdir.
Nefsini aşamamış insanların hicret edebilmeleri de mümkün değildir.
Hicret ile nefis terbiyesi arasındaki bu yakın alâkayı Peygamber
Efendimiz (s.a.s.): "Gerçek mücahid, Allah'a taatte öz nefsiyle mücâhede eden; hakiki muhacir de hata ve günahları terk eden kişidir."
(İbn Hibbân, 7/178) hadîsiyle açıklamıştır. Hicret kelimesinin
mânâlarından biri olan terk etme, gerçek muhacirin temel özelliğidir.
Günahları, dünya sevgisini, nefsî istekleri hattâ vatanı terk etmeden
muhacir olunamaz. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Gerçek
muhacir, Allah'ın yasakladıklarını terk edendir." (Buhârî, İman 4)
buyurmuşlardır.
Hicret, Allah ve O'nun Resûlü için yapılmalı; hicrette ilâ-yı
Kelimetullah gaye edinilmelidir. Her göç, hicret değildir. Kimi
dünyalık kazanmak, kimi de evlenmek için terk-i diyar eyler. Bunların
hicret sevabına nail olmaları düşünülemez. Hicreti Allah'a ve Resûlü'ne
olandır gerçek muhacir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.), bir
hadîslerinde: "Hicret iki özellik taşır: Birisi, günahları terk etmek;
diğeri Allah ve Resûlü'ne hicret etmektir. Hicret, tövbe kabul olunduğu
sürece sona ermez. Tövbe de güneş batıdan doğuncaya kadar makbuldür."
(Ahmed b. Hanbel, 1/192) buyurmuşlardır.
Hayatın inanç esaslarına göre tanziminde hicretin önemli bir yeri
vardır. Hicret, kişiye hayat boyunca aksiyon ve canlılık kazandıracak
bir ilk muharrik gibidir. Onunla yeni bir dünyaya uyananlar,
hayatlarının her anında hicretin yönlendirici ve belirleyici
esintilerini hissedeceklerdir. "Bir kere, yüksek bir mefkûre uğrunda
göç eden her ferd, hayatının her lâhzasında, göçe sebep teşkil eden
yüksek gayenin baskısını vicdanında hissedecek ve hayatını bu yüksek
duyguya göre düzenleme mecburiyetini duyacaktır."
İlim, sevgi, aşk, şefkat ve merhamet medeniyeti, nefsiyle yaptığı
mücadeleyi kazanmış fertlerin hicretleri ile kurulur. Hicret
düşüncesine kilitlenmiş fertler, dönüp arkalarına bakmamış ve
gittikleri beldeleri öz vatanları gibi benimsemişlerdir. Hicreti külfet
görenler değil, hicreti nimet sayanlardır gerçek muhacirler.
Hicret medeniyeti
Toplumlar çeşitli münasebetleri neticesinde birbirlerinden
karşılıklı olarak etkilenirler. Bir toplumun kendi değerlerini muhafaza
edebilmesi farklı kültürlere cevap verebilecek bir ideal ve düşünceye
sahip olmasına bağlıdır. Kendi değerlerine aşkla bağlı topluluklar,
fikirlerini başkalarına ulaştırmak için her türlü zahmete katlanmayı
göze alabilirler.
Göç, sürekli değildir. Aslında her göç, bir arayıştır. Aradığı ilim
ve bilgiyi bulan topluluklar zaman içinde farklı toplumlarla girdikleri
münasebetlerde aşılanarak bir medeniyet tesis ederler. Göç, insanlar
hakikate/bilgiye ulaşıncaya kadar devam eder; yerleşik hayatla birlikte
derme çatma bilgiler ilim ve sanat disiplinleri şeklinde temayüz eder,
daha sonra ticaret, fetih ve başka milletleri istilâ gibi yollarla
farklı kültürlerle münasebete girer. Bu ilişki neticesinde aldığı yeni
bilgi ve değerlerle aşılanan toplumlar, kendi kâinat, insan ve hayat
telâkkilerinin ürünlerini ortaya koymaya başlarlar.
Peygamber Efendimiz, bi'setten sonra sürekli hicret edip, İslâm'ı
tebliğ edebileceği insanlar aramıştır. Allah Resûlü (s.a.s.), hac ve
panayırlara katılmak maksadıyla Mekke'ye gelip Mekke civarında
konaklayanlara uğramış, "Kureyş, Rabbimin (azze ve celle) kelamını
tebliğ etmemi engelledi. Beni kavminin yanına götürecek bir kişi yok
mu?" diyerek, hicret edeceği bir belde ya da kabile aramıştır.
(Heysemî, 6/35) O'nun maksadı bir kişi dahi olsa insanların kalblerine
girmek onları şirkten ve puta tapıcılıktan uzaklaştırmaktı. Taif'e bu
maksatla gitmiş, orada kendisine içecek ikram eden Rukayka adlı bir
kadına "Onların putuna tapma, ona dönerek dua edip namaz kılma."
diyerek, İslâm'ı tebliğ etmiştir. Kadının "Böyle yaparsam beni
öldürmelerinden korkuyorum." demesi üzerine "Sana bunu söylerlerse,
‘Rabbime ve bu putun Rabbine' de; dua ettiğinde de sırtını ona dönerek
dua et" buyurarak, müşrik kavmi içinde imanını nasıl koruyacağını
öğretmiştir. Taifliler, Müslüman olduktan sonra Rukayka'nın çocukları
Allah Resûlü'nün huzuruna gelmişler; Resûl-i Ekrem Efendimiz Taif
hicretinin meyvelerinden birisi olan Rukayka'nın durumunu çocuklarına
sormuş; onlar "Senin bıraktığın hâl üzere öldü." deyince, Peygamber
Efendimiz (s.a.s.): "O hâlde anneniz Müslümandır." buyurarak, farklı
din mensupları arasında imanı muhafazanın ne kadar önemli olduğuna
işaret etmiştir. (Heysemî, 6/35)
İnanmış insanlar, hicret ile kendi inanç ve değerlerini başka
beldelere taşımışlar; muhtaç olanlara ulaştırmışlardır. İlk Müslümanlar
önce Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Habeşistan, inançlarındaki
yakınlık ve adaletli bir hükümdarın olması sebebiyle özellikle tercih
edilmişti. Mekkelilerin şikâyeti üzerine Habeşistan Kralı Necâşî,
Müslümanları huzuruna çağırmış, yanına giren Müslümanlar,
alışılagelenin hilâfına Necaşi'ye secde etmemişlerdi. Bunun sebebi
sorulunca Müslümanlar adına konuşan Cafer b. Ebî Tâlib (r.a.), "Allah
bize bir Peygamber gönderdi. O, bize Allah'tan başka hiç kimseye secde
etmemeyi, namaz kılmayı ve zekât vermeyi emretti." diye cevap
vermiştir. Görüldüğü gibi ilk Muhacirler, hem kendi değerlerini
korumuşlar hem de farklılıklarını, inançlarını başkalarına anlatabilmek
için bir vesile bilmişlerdir. Necaşi, onlara Hz. İsa (a.s.) ve Hz.
Meryem hakkındaki düşüncelerini sorunca Meryem sûresinin baş kısmından
okuyarak, cevap vermişlerdir. Bunun üzerine Necaşi, "Ben O'nun Allah'ın
Resûlü ve İsâ'nın müjdelediği peygamber olduğuna şehadet ederim."
diyerek, Peygamber Efendimiz'e iman etmiştir. (Heysemî, 6/30-31)
Müslümanlar kısa bir zaman diliminde hem Peygamberlerini tanıtmışlar,
hem O'nun davetinin esaslarını bildirmişler, hem de kutsal
kitaplarından bir bölüm okuyarak mesajlarını en kısa yoldan
muhataplarına ulaştırmışlardır.
Mekke'den Yesrib'e ilk hicret eden Muhacirler, beraberlerinde
Medine'ye inanç, bilgi ve kültürlerini de taşımışlardır. Mus'ab b.
Umeyr (r.a.), Medine'ye ilk hicret eden sahabîlerdendir. Medine'ye
gelince İslâm'ı tebliğ etmiş ve Müslümanlara Kur'ân öğretmiştir. Birçok
Sahabî onun vesilesiyle İslâm'la tanışmış ve bazı sûreleri ezberleyip
öğrenmiştir. Mekkeli Müslümanların Medine'ye gelip yerleşmeleri ile
birlikte Ensar, onlardan ticareti öğrenmiştir. Zaman zaman Mekkeliler
ile Medineliler arasında örf ve âdet farklılıkları yaşanmışsa da güzel
alışkanlıklar karşılıklı öğrenilmiş ve benimsenmiştir.

Sayfa başına dön  Mesaj [1 sayfadaki 1 sayfası]

Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz